GERÇEK OLAN ***TEK*** ALEM
  ÇARPIK YOLLAR
 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)'a mahsustur, Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.

Halkında müslüman olan ülkelerdeki basın-yayın organları vasıtasıyla piyasaya sürülen kitapları ve bu kitapların müslümanlar üzerindeki etkilerini incelediğimiz zaman, müsbet veya menfi birçok sonuçlarla karşılaşmaktayız. Menfi olarak nitelendirdiğimiz durum, bu ülkelerdeki müslümanların okumayı, yazmayı ve konuşmayı bir alışkanlık haline getirmeleri ve sadece bununla yetinmeleridir.

Yazmak, okumak ve konuşmak!.

"Lafla peynir gemisi yürümez" ifadesini esas alarak yazmakla, okumakla veya konuşmakla hiçbir noktaya varılamaz iddiasını elbette ki savunamayız. Yazmanın, okumanın veya konuşmanın İslami çalışmalarda mutlaka önemli bir yeri vardır. Resulullah (s.a.v.)'in İslam'ı beyan etmek için yaptığı konuşmaları ve Alak Suresinde zikredilen;

"Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir ki O kalemle öğretendir" buyruğu, bizlere okumanın, yazmanın ve konuşmanın önemini bildirmektedir.

Ancak teşvik edildiğimiz bu okuma, bu yazma ve bu konuşma nedir?

İslami bir gereklilik olarak neler okunacak, neler yazılacak ve neler konuşulacaktır?

"İslami sınırlar içersindeki bütün meseleler, bütün görüşler, bütün hakikatler yazılacak, okunacak ve konuşulacaktır." şeklindeki bir cevap, bizlerin kabul edebileceği bir cevap değildir.

Çünkü bu cevap esas alınarak yapılan ve yapılacak olan bütün kültür çalışmaları, müslümanları isteyerek veya istemeyerek entelektüalizm bataklığına sürükleyecektir. Rabbani bir bilinçle ve maksatlı olarak yürütülmeyen bu çalışmalar, müslümanları yazma, okuma ve konuşma duvarları arasına hapsedecektir. Teori ve pratik arasında aşılması mümkün olmayan boşluklar belirecek, müslümanlar pratiğe geçiremedikleri ve geçiremeyecekleri teorik bilgiler arasında boğulacaklardır.

Mesela elimizde bir yemek kitabı olsa ve çevremizdeki insanlara elimizdeki kitaptan bazı yemek tarifleri vermek istesek, bu tarifi gelişi güzel vermeyiz, veremeyiz. Biliriz ki o ülkede et yoksa etli yemek tarifini vermemizin de bir anlamı yoktur. Şayet bu hususa dikkat etmeden yemek kitabında zikredilen yemek tariflerini gelişi güzel verirsek, insanlar bunu bilgi olarak alacaklar fakat pratiğe geçiremedikleri bu bilgilerden faydalanamayacaklardır.

Basit bir örnek vererek açıklamaya çalıştığımız bu yanlış yaklaşım, Kur'an'ı Kerime yönelen bazı kimselerde de bulunmaktadır. Bu kimseler Kur'an'ı Kerime yönelmekteler ve karşılaştıkları Rabbani hükümlerin kimleri, ne zaman ve ne şekilde mükellef tuttuğunu dikkate almadan, bu hükümleri gelişi güzel gündeme getirmektedirler.

Kendilerine 'Ulema' denilen kimselerin büyük bir kısmı ise "İçtihat etmiş oluruz!." korkusuyla, bulunduğumuz duruma kesin ve açık olarak hitap eden muhkem ayetleri bile zikretmekten çekinmektedirler.

Nakilciliği esas alan bu kimseler Rabbimizin koruması altında bulunan muhkem ayetleri nakletmek yerine, geçmiş fakihlere nisbet edilen ve tahrif edilip-edilmediğini bilmediğimiz bazı görüşleri nakletmeyi daha güvenilir kabul etmektedirler!. Oysaki herhangi bir müctehide nisbet edilen görüşü savunacakları zaman, bu görüşe ilişkin mesnetleri bilmeleri ve söz konusu görüşü bu delillerle birlikte savunmaları gerekmektedir. Fıkhi bir kural olan bu esasa dikkat etmedikleri sürece İlahi kitapları tahrif eden ve tahrif etmek isteyen şeytan ve dostlarının bu şeytani maksatlarına maşalık etmeye devam edeceklerdir.

Belli tefsirler ve fıkıh kitapları arasında boğulan ve içinde bulunduğumuz çağa uzak kalan bu kimseler, yaşadığımız çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim'i sadece geçmiş müfessirlerin tefsirleri çerçevesinde anlamaya çalışmaktadırlar. Elbetteki bu tefsirlere müracaat edilecek ve elbetteki bu tefsirlerden faydalanılacaktır. Ancak bilinmesi gerekir ki hiçbir tefsir evrensel değildir. Evrensel olan sadece Kuranı Kerim’dir. Birçok değerli müfessir evrensel olan İlahi mesajı, Resulullah (s.a.v.)'den ve ashab-ı kiramdan ulaşan sahih rivayetleri dikkate alarak yaşadıkları çağın anlayışına, ihtiyacına ve durumuna göre tefsir etmişlerdir.

Bulunduğumuz çağa hitap eden Kur'an'ı Kerim ayetlerini okuduktan sonra okudukları evrensel mesajı tefekkür etmeden müfessirlere yönelen bu kimseler; Kur'an'i Kerim'i değil, bu Kur'an'i Kerim'den geçmiş müfessirlerin ne anladıklarını anlamaya çalışmaktadırlar. Tabi ki bu anlayış günümüze ve yaşadığımız olaylara uzanabilecek ve bu olaylara karşı tavır belirleyebilecek bir anlayış değildir.

Bu anlayışa sahip kimseler nedenlerini bilmedikleri olayların sadece sonuçlarına bakmaktalar ve gözlemledikleri hu sonuçları geleneksel bir hükümle yargılayarak, sorunları hallettikleri zehabına kapılmaktadırlar. Oysaki bu çağdaş sorgunların çağdaş nedenleri yaşadıkça, bu nedenlerden kaynaklanan sorunlar da yaşayacaktır.

Değişik ülkelerde ve farklı konumlarda bulunan müelliflerin eserlerini tercüme eden bazı kimselerde de aynı dikkatsizlik görülmektedir. Bu kimseler de söz konusu görüşleri ve eserleri, muhatap aldıkları müslümanların içinde bulunduğu farklı konumu dikkate almadan şabloncu bir zihniyetle adapte etmeye çalışmaktadırlar. Hâlbuki değişik ülkelerdeki müelliflerin eserleri, bulundukları konumdan haraketle ümmete açılan ve ümmete uzanan bir mahiyet göstermektedir. Benzer konumları içeren veya ümmetin ortak sorunlarına değinen eserler elbette ki ilgi sahamızdadır. Ancak bilinmelidir ki bazı bölge müslümanları için çok önemli ve uygulanabilir olan görüşler, başka bölgelerdeki müslümanlar için aynı öneme haiz değildir.

İçinde bulunulan şartlar ve müslümanların yapısı dikkate alınarak beyan edilen görüşler, belirlenen tavırlar ve tespit edilen çalışma programları, sadece ve sadece bu bölgedeki veya aynı konumda yaşayan diğer bölge müslümanlarını bağlayıcı bir nitelik arz eder.

Durum böyle iken bazı çalışmalarımızın kitap halinde yayınlanmasını neden istedik?

Ve bu kitap çalışmasında, yukarıda belirttiğimiz yanılgılardan ne derece içtinap edebildik?

Bu soruya uzun ve cazip ifadelerle cevap vermemize gerek yoktur. Şu bir gerçektir ki bu çalışmalar kütüphane raflarını doldurması için değil, ortak meselelerimizi anlamamız, bu meselelerdeki Rabbani hükümleri idrak ederek bir nebze uyanmamız ve çevremizdeki insanları da uyarmamız için kitap haline getirilmiştir. Ayrıca şu hususu da önemle belirtmek isteriz ki, bu kitap çerçevesinde verilen birçok mesele sadece Türkiye'de bulunan müslümanları değil, dünyadaki bütün müslümanları yakından ilgilendiren meselelerdir.

Umud ve dua ediyoruz ki, bu meseleler Allah'ın lutfu ile dünya müslümanlarının gündemine girebilecek ve bu meselelerdeki İlahi hükümler tüm dünyada yankılanabilecektir.

Ve yine Allah'ın lutfu ile İlahi kanun olan Sünnetullah gerçeği dünya müslümanlarınca idrak edilebilecek, yapılan ve yapılacak olan islami çalışmalara bu Sünnetullah'ın ışığında yön verilerek nihai helak olan kıyamet, toplumların helakiyle ilgili olan bu Sünnetullah'ın bir tecellisi olarak kopacaktır.

Elbetteki bu bir kehanet değil, Sünnetullah ile ilgili bölümlerde açıklayacağımız gibi Kuranı Kerim'in apaçık bir buyruğudur..

Nasıl bir yolda, ne zaman, nasıl bir kişilikle, ne yapılacaktır? Sorularının Sünnetullah gerçeğine göre incelendiği bu kitap çalışmasında, gündeme getirilen meseleler ve bu meselelerde beyan edilen görüşler birbirleriyle bağlantılı olduğu için, bu meselelerin ve görüşlerin kitabın bütünlüğü dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Umit ediyoruz ki bu kitap, bu konuda yazılabilecek daha geniş kapsamlı kitaplar için bir başlangıç niteliğinde olacaktır. Şüphesiz ki doğrular Allah'a, yanlışlar ise yanılması mümkün olan biz insanlara aittir.

Dua etmeye muhtaç insanlar olarak, önsözümüzü dua ile bitiriyoruz.,

Allah'ım,

Sensin bizim Rabbimiz, bizleri Sen yarattın, biz Senin kulunuz. Gücümüz yettiğince ahde sadık kalacağımıza söz veriyoruz. Yaptıklarımızın ve yapmamız gerekirken yapamadıklarımızın şerrinden Sana sığınıyoruz. Günahlarımızı Sana itiraf ediyoruz, verdiğin nimetleri de itiraf ediyoruz. Bizleri affet, affedici ve bağışlayıcı ancak Sensin.

Allah'ım,

Hayatın ve ölümün fitnesinden, cehennemden ve bizleri Senin hoşnutluğundan uzaklaştıracak her şeyden Sana sığınırız.

Ya Rabbi,

Sapmaktan, sapıklığa sebep olmaktan, ihtilafa düşmekten, nifaktan, batılı savunmaktan, batıldan korkmaktan, acizlikten, zillete düşmekten, insanların, cinlerin ve bütün yarattıklarının şerrinden Sana sığınırız.

Allah'ım,

Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan yine Sana, her zaman Sana sığınırız.

Bizleri koru,

bizlere hidayet et,

bizlere yardım et,

bizleri yalnız bırakma Allah'ım...

ÇARPIK YOLLAR

İslam'a gönül veren ve teslim olan müslümanlar, bu dinin kendilerine yüklediği bazı sorumlulukları idrak etmektedirler. İslam'a teslim olan bir müslümanın nefsine karşı, ailesine karşı, çevresindeki insanlara karşı ve içinde bulunduğu topluma karşı sorumlulukları vardır. Nefsine ve ailesine karşı olan sorumluluklarını güçleri nispetince yerine getirmeye çalışan müslümanlar, içinde bulundukları topluma karşı sorumlulukları yerine getirebilmek için bir cemaate veya bir gruba gerek duymaktadırlar.

Çünkü söz konusu sorumluluk, müslümanların ortak çalışmaları ile yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Nitekim bu sorumluluğun idrakinde olan müslümanlar, sahip oldukları ölçülere göre islam dairesinde gördükleri çeşitli guruplardan herhangi birisine dahil olmaktalar ve bu gruptaki çalışmaları ile İslami sorumluluklarını yerine getirdiklerine inanmaktadırlar.

Bu grup seçimi, çoğu zaman kişinin istek ve kontrolü dışında vuku bulmaktadır. Çünkü bu kişi herhangi bir gruba talip olmadan önce, o grubun davetçileri bu kişiye talip olmakta ve Rabbani bir ölçüye sahip olmayan bu insanı, fazla zorlamadan kendi gruplarına dahil edebilmektedirler.

Yeni girdiği grupta bir takım değer ölçüleriyle karşılaşan bu insan, karşılaştığı değer ölçülerini tetkik ve tahkik etme durumunda olmadığı için bu ölçülere sahip çıkmaktadır. İçinde bulundukları grubu, bu grubun değer ölçülerine göre değerlendiren insanlar elbetteki bu grubu hak bir grup olarak göreceklerdir.

Dâhil oldukları gruptaki değer ölçüsüyle bu grubu hak bir grup olarak kabul eden insanlar, aynı değer ölçüsüyle diğer grupları değerlendirdiklerinde ise; diğer grupları sapıklıkla, yanlışa düşmekle veya eksiklikle itham edebilmektedirler. Oysaki sapıklıkla veya yanlışa düşmekle itham ettikleri bu gruplar da, sahip oldukları değer ölçüsüne göre kendilerini hakta sanmaktalar ve kendilerini sapıklıkla itham edenleri, aynı şekilde sapıklıkla itham etmektedirler.

Aynı dine talip olduklarını iddia etmelerine rağmen değişik yollarda ve farklı tavırlarda bulunan bu insanlardan ortak bir ses yükselmektedir.,

"Birlik olmamız ve Allah'ın ipine topluca sarılmamız gerekmektedir."

Samimi olduğuna hüsnüzan ettiğimiz bu dileklerin geçekleşmesi için, şu iki esasın gün yüzüne çıkarılması ve net bir şekilde ortaya konulması zorunludur. Birinci esas, birlik ve bütünlüğü bozan parçalayıcı unsurların tespit ve izale edilmesi; ikinci esas ise vahdetin sağlanabileceği yegâne zemin olan tevhidi yolun, Kur’an ve Sünnet bütünlüğünde tespit ve tasdik edilmesidir.

Öncelikle birlik ve bütünlüğü bozan unsurlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu konuda belirteceğimiz marazları herkesin kabul etmeyeceği, kabul etseler dahi bu marazlardan içtinap etmeyecekleri aşikârdır. Ne var ki bu durum, vahdeti arzulayan müslümanları umutsuzluğa sevk etmemelidir. Hak yolda vahdet, hiçbir zaman ve hiçbir konumda kitlesel olarak gerçekleşmemiştir. Vahdeti samimi bir şekilde arzulayan müslümanların üzerine düşen sorumluluk, vahdeti engelleyen marazlardan öncelikle kendilerinin içtinap etmeleridir.

Bu esaslara dikkat edildiği zaman, vahdeti arzulayan samimi müslümanlar arasında Rabbimizin lütfü ile vahdet gerçekleşebilecek ve hak yolda vahdeti gerçekleştirebilen bu cemaat halka halka genişleyerek, diğer müslümanları da kuşatabilecektir.

Çarpık yollar ve bu yolların ortaya çıkış nedenleri, vahdeti engelleyen marazlarla ilgili bir hadisedir. Bazı islami motifler taşımalarına rağmen İslam'ın özünden uzak birçok grup, İslam'a değil, kendilerine özgü bir yol takip etmektedirler. Bu gruplardan birçoğu Rabbani tenkit ve eleştiriye kendilerini kapatmış durumdadırlar. Bu tavrın hüsnü zanla değerlendirilmesi ise ne yazık ki mümkün değildir. Madem hak üzere olduklarını iddia ediyorlar, içinde bulundukları hakkı rahatça savunmaları ve her Rabbani eleştiriye açık olmaları gerekmez mi?. Oysa iddia ettikleri gibi Resulullah (s.a.v.)'i gerçekten tanıyıp örnek alıyorlarsa, hak sözlere karşı açık davranmaları gerektiğini de anlayacaklardır.

Vahdetin gündeme geldiği konuşmalarda sık sık sorulan; "Hangi esasta birleşilmesi gerekir?" sorusuna, her grup aynı cevabı vermektedir.,

"Kur'an ve Sünnet."

Bu yüzeysel cevabı veren gruplar, bu cevaba muhalif yaşamadıklarını ispat edebilmek için Kur'an'ı Kerim'e yönelmekteler ve 6236 ayet olan Kur'an'ı Kerim'den kendi durumlarını destekleyen ayet-i kerimeleri büyük bir maharetle çıkararak, delil olarak öne sürmektedirler.

Bu nasıl bir Kur'an anlayışıdır ki,

Aynı konumda bulunan ve aynı soruyla kendisine yönelen insanlara ayrı ayrı yollar bildirmektedir?

Bu yaklaşım,

Kur'an'a nasıl bir yaklaşımdır ki,

Bir vücut gibi bütünleşmeleri gereken müslümanları, birbirinden ayrı ve birbirine düşman etmektedir?

Oysa bu yüce Kitap,

Mekke gibi bir cahiliyede Allah'a kul olmak isteyen müslümanlan birbirinden ayrılmaz bir bütün haline getirmiştir.

Kur'an'ı Kerim, aynı Kur'an'ı Kerim'dir.

Bu yüce Kitap'ta muhatap olduğumuz İlahi vahyin sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c)'dır.

Fakat ne yazıktır ki zamanımızdaki birçok müslümanın Kur'an ve Sünnete yaklaşmaları değişmiş, bu çarpık yaklaşımların neticesinde birbirinden farklı ve birbirine muhalif gruplar ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de zikredilen geçmiş ümmetlerin sapıklığa ve helaka düşme nedenleri de aynı marazlardan kaynaklanmaktadır.

Bu marazların en belirgini, İlahi Kitab'ın tahrif edilmesidir. Bir toplumu sapıklığa ve helaka götüren bu cahili yaklaşımlar, Kur'an'ı Kerim'de şöyle zikretmektedir.,

Ki onlar Kur'an'ı parçalara ayırırlar (Bir kısmına inanıp, diğer kısmına inanmazlar). 15-Hicr 91

Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla az bir değeri satın alanlar onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azapta vardır.    2-Bakara 174

Onlardan zulme sapanlar, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular...              7-A'raf 16

Ve peygamber dedi ki: "Rabbim, gerçekten benim kavmim bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar."   25-Furkan 30

Bir toplumu parçalanmaya götüren bu cahili tavırların hepsini, yaşadığımız çağda görmekteyiz. Kur'an'ı Kerim'i sayfa ve satırlarda tahrif edemeyen şeytan ve dostları, bu tahrifatları zihin ve yaklaşımlarda yapmışlar ve dolaylı yollarla insanları istedikleri vadiye sürüklemişlerdir. Nitekim farklı yol ve tavırlarla ortaya çıkan birçok gruplaşmanın kökeninde bu tahrifat bulunmaktadır.

Bir grup vardır,

Bu grubun Allah'ın kitabı ile hiçbir ilişkisi yoktur. Karşılaştıkları meselelerde kendi akılları ve zanları ile bir yol tuttururlar ve kendilerini doğru yolda zannederler.

Bir grup vardır,

Bu gruptaki insanlar, kendi çıkar ve menfaatları için Allah'ın hükmünü tevil ve tahrif ederek değiştirirler. İnsanlara; "Allah böyle yapmanızı istemektedir" diyerek, bu insanları sapık ve karanlık yollara davet ederler.

Bir grup vardır,

Bu gruba, cahili otoriteler tarafından Allah'ın dini adına konuşma yetkisi verilmiştir. Aynı cahiliye, bu din adamlarına; "Şu esaslar anlatılacak, bunlar ise anlatılmayacak." diyerek, bir konuşma hududu belirlemiştir. Cahiliyenin bu yaklaşımı, kendi mantığına göre doğal ve makul bir yaklaşımdır. Çünkü cahiliye mensupları bilmektedir ki, anlatılmasını ve açıklanmasını yasakladıkları hususlar, kendi bütünlüklerini parçalayıcı bir nitelik arz etmektedir.

İşte Allah'ın dini adına konuşan ancak Allah'a karşı değil, bağlı bulundukları cahiliyeye karşı sorumlu olan din adamları, belli bir ücret karşılığı cahiliyeye itaat etmekte ve Allah'ın hükmünü gizlemek tedirler.

Diğer birçok grup ise,

Kitab'ı, Allah'ın Kitab'ı bilmekteler fakat bu Kitab'ı bir bütün olarak ele almamaktadırlar. Daha açık bir ifadeyle, Allah'ın Kitab'ında gördükleri hüküm ve tavırlardan; nefs, heva ve sosyal konumlarına uygun olanları almaktalar ve bu hükümlere ihlâsla sarılmaktadırlar. Tabi ki her grubun ihya etmek istedikleri hükümler aynı olmamakta ve dolayısıyla değişik gruplaşmalar ortaya çıkmaktadır.

Kur'an'ı Kerim'i peyderpey indiren Allah(c.c), bulundukları konum ve seviyeye göre müslümanlara değişik yükümlülükler getirmiştir. İslami hareketle ilgili bu toplumsal tavırların hepsi, Kur'an'ı Kerim'in bütünlüğü içerisinde zikredilmektedir. Cahiliyede yaşayan bir müslüman, konum ve durumunu göz önünde bulundurmadan bu toplumsal tavırlara yaklaşır ve amel etmeye çalışırsa; Kuran'i sınırlar içerisinde ancak Kur'an'da beyan edilen hareket metodundan uzak bir vadiye düşmüş olur.

Kur'an'ı Kerim'in bütününe muhatabız ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen ferdi ibadetlerin hepsiyle mükellefiz.

Ancak,

İlayı Kelimetullah uğrunda bir çalışma yapılması isteniyorsa, Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen hareket metodunun mahiyeti net ve açık bir şekilde kavranılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece birbirinden farklı ve değişik gruplaşmalar devam edecektir.

Çarpık yolların ortaya çıkışındaki diğer önemli etken ise cahili değer ölçüsünün, müslümanlar tarafından benimsenmesidir. Cahili sistemdeki eğitim ve kültür faaliyetlerinden etkilenen müslümanlar bilerek veya bilmeyerek bazı cahili değer ölçülerine sahip olabilmektedirler. Cahili değer ölçüsüne sahip olan müslümanlar, karşılaştıkları Rabbani hükümleri cahili değer ölçüsüne göre değerlendireceklerinden, Rabbani gerçeği kavrayamayacaklar ve neticede Rabbani bir tavır gösteremeyeceklerdir. Müslümanların birçok Rabbani gerçek karşısındaki şaşkın ve muğlâk davranışları, bu cahili yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır.

Mesela cahiliyenin, kuvvet ve güç konusunda bir değer ölçüsü vardır. Cahili mantığa göre tespit edilen bu değer ölçüsünü benimseyen müslümanlar, bu değer ölçüsüne göre cahiliyeyi güçlü, kendilerini ise güçsüz kabul edeceklerdir. Çünkü bu değer ölçüsünde Allah'ın kudreti ve yardımı hiç dikkate alınmamakta, sadece para, silah, mal, makam ve asker gibi yaratılmış nesnelere itibar edilmektedir. Cahili sistemler tarafından empoze edilen bu değer ölçüsünü benimseyen kimselerin sapmamaları ve kendilerine tabi olan inşaları da saptırmamaları mümkün değildir. Kendilerine hoca, alim, lider denilen birçok kimsenin içinde bulunduğu sapıklık, Rabbani bir dava için cahili değer ölçülerine göre güçlenmeye çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Cahili değer ölçüsüne göre belirlenen güç ve kuvvet anlayışını bilerek veya bilmeyerek kabullenen birçok grup, bu kabullenme ile tevhidi yoldan sapmışlardır. Çünkü İslam'ı hakim kılmak için güçlenmeyi kaçınılmaz gören bu kimseler, benimsedikleri cahili değer ölçüsüne göre güçlenmeye çalışmaktalar ve bu nedenle tağuti kurum ve makamlara, kapitalist ekonomiye ve keyfiyetsiz insan kalabalıklarına talip olmaktadırlar. Tabi ki bu cahili hedeflere varabilmek için kaçınılmaz olarak cahili yol ve yöntemlere başvurulmakta ve niyetleri İslam olan birçok müslümanın mal ve mesaisi bu gibi gayri İslami yollarda kullanılmaktadır.

Peki,

Gayri İslami yollarda bulunmalarına rağmen İslami niyet taşıyan bu insanların durumu nedir?

Sahip oldukları niyet, bu insanları kurtaracak mı?

Bu soruyu cevaplayabilmemiz için İslam'da niyetin yerini ve hangi durumlarda müessir olduğunu, "Niyet" başlığında açmamız ve açıklamamız gerekecektir.

 

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol